Sevgili Blog Okurları,
Kafasında Türk bayraklı şapka ve elinde araba direksiyonu ile sizinde mahallenizden geçen meczup,deli biri var mıydı? Ya da çocukluğunuzda hiç neden yokken size saldıran hırçın çocuklar oldu mu? Veyahut ömrünüzde hiç down sendromlu biriyle karşılaştınız ya da denk geldiniz mi?
Naçizane biz bu soruların hepsine yakından tanık olduk. İşte bu yazıda delilik ile dahiliğin o araf bölgesinde dolanacak; gerçekte kim akıllı kim deli? sorusuna metaforlarla(benzetim) yanıtlar aramaya çalışacağız. Vira Bismillah, başlıyoruz...
Yaş kırka dayandığında insan geçmişte yaşadığı bazı şeyleri hatırlamakta nedense zorlanıyor. Fakat bazı şeyler var ki siz hatırlamak istemeseniz bile o kendini size hatırlatacak işaretler yollar ya da zihninizden silinmemediğini daha doğrusu silinemez olduğunu tahattur eder.
İşte birazdan sizlere anlatacağımız olaylar zihnimizden bir türlü silemediğimiz ve hatırladıkça mahcup olduklarımızdan...
İstanbul’un Taksim bitişiğindeki futbol stadının yokuşundan (şişhaneden) aşağıya aktığınızda Kasımpaşa semtine varırsınız. Burayı bilenler varsa Camii Kebir ve civarındaki kıraathaneler ile küçük esnaf dükkanlarının bulunduğu o işlek cadde ve meydanını da bilir. Büyük Camii ile bitişik bu meydanda her cuma insanlar namaz için toplaşır ve ayaküstü sohbetleştikleri görülür.
İşte o günlerden bir gün yine böyle bir halde insanların sohbet etmekten ziyade kahkaha atarak bir şeylerle eğlendiğine şahit olduk. Herkes gibi usulca meraklı kalabalığın yanına sokuluverdik gözümüz buna neden olan sebebi aradı ve aradığını da buldu! Gür sesiyle ardarda attığı tekbirler (Allahu Ekber) eşliğinde insanları arkasında saf tutmaya çağıran imam cüppesi giymiş bir meczuba güldüklerini farkettik. Ve bu olay geçmişte yaşadığımız bazı şeyleri yeniden hatırlamamıza sebep oldu...
Şapkalı Deli Dede ve Diğerleri...
Mahallenin çocukları onu şapkalı deli dede olarak çağırırlardı. Bunu söylemelerindeki neden taktığı şapkanın her iki yakasında Türk bayraklarının sallanması ve elinde direksiyon simidi ile mahallemizden korna atarak sıklıkla geçmesiydi...mahallenin tüm çocukları bu dede geldiğinde hemen peşine takılır ve mahalleden çıkana kadar hep bir ağızdan onunla deli dede, deli dede diyerek dalga geçerek eğlenirdi.
Oysa “şapkalı deli dede” çocukların bu yaptıklarına hiç kızmadığı gibi aksine daha bir gururla resmî törenlerdeki devlet büyüklerinin aracından halka selam verdiği gibi camdan bakan tüm ahaliye ellerini kaldırarak seremonisini tamamlardı. Biz de bir yandan güler diğer yandan ise dedenin içinde bulunduğu bu duruma üzülürdük...
Yine üst mahallelerde bir Hilmi Ağabeyimiz vardı, annelerimiz omdan kesinlikle sakınmamızı isterdi. Bunun iki nedeni vardı. İlkin hiçbir neden yokken insana çat,pat diye girişmesi diğeri ise yellenmekten sebep o anda etrafına sıktığı ağır parfümlerdi. Hilmi Ağabey en çok kedileri severdi, onlara kötülük yapan tüm çocuklara saldırır, koruma içgüdüsünden olsa gerek sürekli hırçınlaşırdı. Bu yüzden ondan korkar ve kaçardık.
Bir de bitişik yan apartmanımızda oturan, sarışın yakışıklı mı yakışıklı ama hareketleri bizlere göre pek de normal (sonradan hastalığının "down sendromu" olduğunu öğrendiğim) sayılmayan bir çocuk vardı, Volkan isminde. İki güzel gayet sağlıklı genç ve bakımlı abladan sonra gelen ama onlar gibi evden çıkması hep engellenen, yasaklanan...
Evlerimizin arasında açgözlü müteahhitin para kazanma hırsı ile duvar bile örülme zahmetine katlanılmamış, onun yerine kontra-plak denilen tahtadan bir parça ile evlerimiz ayrılmıştı. Daha doğrusu dört odalı ev, bu sayede ikişer odaya bölünerek, iki ayrı daire yapılmış ve kiraya verilmişti. Birinde biz diğerinde ise Volkan'lar oturmaktaydı. İşte bu ayrılmış odalardaki tahtaya tıklayarak Volkanla birbirimize sinyaller yollama oyunları oynayarak geçirdik. Bana bir şeyler anlatmak gayesi ile anlamsız boğuk sesinden hiç bir şey anlayamasam da benimle iletişim kurması hep hoşuma gidiyordu fakat içim hep burkularak...
Sosyal Dışlanma
Yıllar geçtikçe bakış açım değişmiş ve bu farklı, özel ve bir o kadar da güzel insanların saf ve güzel yüzlerini unutmuştum. Ben de herkes gibi onlara "deli" gözüyle bakar olmuştum. Keşke hiç öyle bakmasaydım. Peki ama Neden?
Nedeni aslında gayet basitti, Sosyal Politika alanyazında geçen sosyal dışlanma denilen olgu yüzünden.
Babam derslerime çalışmayı biraz arttırdığımda çok çalışıp ne yapacaksın? kafayı mı üşüteceksin" sözleri yüzünden...aklım, deli olmayı, kafayı üşütmeyi kötü bir şey olarak tasniflemişti bir kere...Ve bu tasnif daha fazla çalışmak ya da yapmak istediğim şeyleri gerçekleştirmeme hep engel olmuştu. Hani derler ya "delilik ile dahilik arasında ince çizgi vardır" işte bu motto beni yıllar boyunca dahilik sınıra ulaşmaktan hep alıkoyuyordu.
Fakat ne olursa olsun babamı dinlemeyecek ve çizgileri zorlamak amacından hiç vazgeçmeyecektim. Örnek aldığım ise bir hayli fazla kişi vardı okuduğum, tanıdığım ve karşılaştığım. İşte onların hikayesi...
Delilik İle Dahilik
Arasındaki İnce Çizgiden Yürüyenler
Mesela geçmişte TRT1 ekranlarında yayınlanan bir haber programında, TAI tarafından üretilen F-16 uçaklarının tanıtımını havacı bir Albaydan dinlemiştim. Bir yandan akıcı bir şekilde uçağı tanıtıyor, diğer yandan eliyle uçağın gövdesini okşuyordu. Spiker izleyicilerin merak ettiği soruları bu albayımıza sorarken, adam birdenbire "bunlar benim çocuklarım!" diye haykırdı ve uçağın gövdesinde bulunan füzeleri öpmeye başladı. Spiker ne olduğunu anlamadan duruma apışıp kalırken ben de ekranda kilitlenmiş ve donup kalmıştım. Bu hareket o kadar kısa ve ani gelişti ki Acaba gördüklerim gerçek miydi yoksa ben mi öyle sanmıştım? Yıllarca deli demesinler diye kimseye bu durumu anlatmadım, daha doğrusu anlatamadım... Deli damgası üzerinize bir kez yapıştı mı öyle kolay kolay silinmez derler!
Bu adam bana o an olmak istediğim deli adamın ilk örneğini vermişti. Beynimde şimşekler çakmışı bir kere. Anlattıklarından kendisinin Hava Kuvvetleri Komutanlığı adına sivil firmada görevli olduğunu, işinin en iyisi yani uzman bir test pilotu olduğundan bahsetmişti. Bu zat-ı muhteremin onay vermediği hiçbir uçak ne orduya ne de satış için yabancı ülkeye teslim edilmiyormuş. Kısacası tek yetkili onay makamı bizatihi kendileriymiş! Anlattıklarından çocukça ancak bunları anlayabilmiştim. Hatta bozuk olan uçakların düştüğünü, kendisinin bu yüzden kaç kere paraşütle atlamak zorunda kaldığını, yine paraşütle atladığı bir gün, yere iner inmez otostop çekerek eve geldiğini ve hiçbir şey olmamış gibi akşam yemeği için sofraya oturduğunu ve yemek yediğini kahkahalarla anlatmıştı. Ben ise ona deli ve dahi arasında hayran hayran baktığımı hatırlıyorum.
Bana göre anormal hareketleri, mesleğine olan sevgisindeki aşırılık yüzündendi. Fakat spikerin bakışlarındaki korku ifadesi "ya bu adam deli" der gibiydi. Oysa bana göre deli değil, dahi idi. Spikerin bu albaya deli gözü ile bakmasının, insan beyninin her zamanki gibi “bilmediğinden korkan” ve tuhaf şeylere “anormallik” yaftalaması vurmasından başka bir şey değildi. Ne de olsa cevahir kadrini cevşer füruşan olmayan bilemezdi, altının değerini en iyi sarraf (kuyumcu) anlardı...
Çocukluk ve gençliğim bu düşünceler içerisinde geçti. Derken kırklı yaşlarımda gözüme hikayenin ta en başında anlattığım yine herkese göre "deli sayılan bu adam" çarpmıştı.
Adam kendini bildiğin camide imam sanıyor. Pardesüsünü, cüppe gibi yakalarını dikerek herkesi arkasında namaza kılmaya davet ediyor. Ve kendince sanki Kur'an okuyormuş mırıltısıyla yol kenarında namaza duruyordu. Söylediklerinden duyabildiğim ve anlayabildiğim şeyler ayetlerin yarım yamalak benzeri şeyleri olsa da sanırım kıblesi yani istikameti, yönü doğruydu. Yoldan geçenler oyuncak bulmuş çocuklar gibi gülerek dalga geçiyor oysa ben durumuna gülmediğim gibi bu adamı hayranlıkla izliyor ve yaptıklarını bir o denli kıskanıyordum. Neden mi?
Çünkü bana göre adamın yaptığı bu davranış biçiminde de aynı o test plotunun davranışlarında olduğu gibi bir samimiyet vardı. En azından sevdiği bir konuda delirdiğini düşünüyordum. Ayrıca sevdiği konunun temsilini, taklidini yapıyordu hem de aşk ile. Oysa onunla dalga geçmek için birbirini çiğnemekten geri durmayan etrafımızda kendini akıllı sanan o kadar çok ahmak vardı ki! sanırsın herbiri dünyayı kurtaracak kadar zeka sahibi bir kahraman...Yahu niye anlamazlar adam Allah’ın şefkat gösterdiği, sorumluluğu ondan kaldırdığı, hesaptan düşürdüğü sevdiklerinin arasında... Ya sen? Ayrıca adamı izlerken zihnimde şu cümleler devamlı dönüp durmaktaydı:
"Aşık sevdiği şeyde delirir, öğrendiği her şeye önce akıl ile ulaşır sonrasında ise bu akıl yetmez kalp(gönül) ile devamını getirir".
İşte amiyane "balata" dediğimiz kavram tam da bu arada devreye giriyor olsa gerek! Kalbin ağır şeyleri taşıması her ağırlaştığında işte o gizli balatalarımız sıyrılarak freni boşalan araba misali bizi sağa sola savurur. Bu arada insanda ne akıl kalır ne de hafıza...Son ayarda plak döner durur. Sanırım bu namaz kılan meczupta bana göre hafızasında kalan en son halini tekrar edip duruyordu...
Aradan biraz zaman geçtikten sonra Sokratik bir tarzda "Cogito Ergo Sum" “düşünüyorum öyleyse varım” diyerek derin düşüncelere (tefekkür) daldım. Acaba karşılaştığım tüm bu insanlar gerçekten deli miydi? yoksa onlar akıllı da aslında biz mi deli idik?
DÜNYACA ÜNLÜ SÖZDE DELİLER
"Aşık sevdiği şeyde delirir” ya da “aşık maşukuna divane meftundur(aşık aşkına delicesine tutuktur)".
Aşkından Leyla'sına doyamayan Mecnun ya da Şirin uğruna dağları delmeye çalışan Ferhat’ın hikayesi bunun en güzel örneği değil midir?
Enel Hakk diyen Hallac-ı Mansur’lar, Tacını tahtını Aşkı uğruna bırakan İbrahim Ethem’ler, Mesnevi ile bize aşkı haykıran Mevlana’lar, Tapduk’un kapısındaki Yunus Emre’ler ve daha niceleri...
Başka örnekler de vermek mümkün. Alman filozof Friedrich Nietzsche (Niçe)'nin 20 yıl süren akıl bozukluğu hastalığı esnasında yazdığı meşhur eserlerini, yine depresyon ve akıl bozukluğu olan Amerikalı yazar Ernest Hemingway'in eserlerinin ise neredeyse bilmeyen yok gibidir. Nevroz, psikazteni ve sinir krizleri olan Çek yazar Franz Kafka'yı [1], bir sendroma adını veren Diyojen'i, tarihte hep Edison'un gölgesinde kalan Nicola Tesla'yı da ayrıca unutmamak gerekir. [2]
Hele ki nobel ödüllü meşhur matematikçi John Forbes Nesh'i hatırladınız mı? Sinema filmi bile yapılmıştı hayatının anlatıldığı. Nash, tarihte deli-dahi olarak adlandırılabilecek tek kişi de değildir. Bunları çoğaltmak mümkün. Mesela, Ressam Vincent Van Gogh ve Mark Rothko, roman yazarı Virginia Woolf, şair Anne Sexton ve Sylvia Plath gibi intihar kurbanlarının hepsi bunlara başlıca örneklerdir.[3]
Şimdi insanlığa büyük faydası dokunan bu dahileri düşününce, soruyu başa sararak yeniden sormak istiyorum. Biz mi akıllıyız toksa onlar mı deli? Yok onlar akıllı ise bizler neyiz?
Hakkımız var mı başkalarını dışlayarak onlara "deli" damgası vurmaya, hem biz de kim oluyoruz ki...?
yazınızı beğeniyle okudum. elinize dilinize sağlık.
YanıtlaSilTeşekkürler Erhan Hocam. İnşallah arzu ettiğimiz seviyeye ulaşabiliriz. Saygılarımla
YanıtlaSilKim akıllı,kim deli bilinmez. Bazen deli dediklerimiz bizden daha akıllıdır. Bazı şeylerin farkında olabilmek aslında tüm mesele.
YanıtlaSilBeyda’nın Kitaplığı Kesinlikle haklısınız. Zaten yazı salt deliliği övmek değil ironi yapma amacı taşımaktadır.
YanıtlaSilTolgacıgım yıne dokturmussun masallah. Yuregıne kalemıne saglık.
YanıtlaSilBen unıversitede okurken bir büyüğümüz insan birşeyı severse sevdıgı nisbette delilik yapar demişti. Keske hepimiz gerçek sevdıklerımız için kalıcı dunyamız adına delilik yapanlardan olsak yada olabilsek. Saygılar.
Kim akıllı kim deli bilinmez gerçekten de. Otistik ve down sendromlu tanıdıklarım oldu iletişimde zorlanmadım. Delilikse, zaten kendimi tescilli deli kabul ediyorum 🙈
YanıtlaSilSayın deryasoyguel, biraz deli olmanın kötü tarafı bizce de yok :). zaten özellikle buraya vurgu yaptık! Hem hayatın akışına naiflik de katıyor.
YanıtlaSilnormal neye göre normal, kim belirliyor bu normali. biraz sürü dışına çıksak anormal etiketi yiyoruz ki bana göre bu etiket alelade bi normal olarak anılmaktan çok daha kıymetli.
YanıtlaSilSayın Burcu(http://uzaksahil.blogspot.com/) yorumunuz için teşekkür ederiz. Tarihte deli olarak adlandırılmaların bugünkü değerler ile hangi etikete sahip olduklarını anlatmaya da çalıştık. Deli denmesinin (hastalık olarak değilse) bir sakıncası yok. Yazının gayesi aynen yorumunuzdaki gibi “etiketlemenin yanlışlığını ifade” taşımaktadır.
YanıtlaSilValla biz çok akkılllı geçiniyoruz ama çektiğimiz sıkıntının haddi hesabı yok bazen diğer tarafta olmak mı daha iyi düşünmüyor değilim güzel bir yazı olmuş çok teşekkür ederiz.
YanıtlaSil