Sevgili blog okuyucuları, Hayatımızda en az bir kez de olsa birçoğumuzun yaptığı ve bunu yapmaktan keyif aldığı bir etkinlik ya da özel bir hobiden bahsedeceğiz. Bahsedeceğimiz şey; adına çoğunlukla yapboz denilen ya da İngilizceden dilimize biraz değiştirilerek aktarılan pazıl (İngilizcesi: puzzle) etkinliğidir. Bilindiği üzere yapboz , herhangi bir fotoğraf ya da resmin tamamı ve ya bir kısmının ufak parçalara bölünmesiyle oluşan; parçalanmış bu resim ya da fotoların tekrar birleştirilmeye çalışıldığı " oyuncak " kategorisindendir. Bu oyunun zorluğu, parça sayılarının çokluğuna göre belirlenmektedir. Fakat sayıca az olup da renklerdeki detaylar sebebiyle zor olan modeller de vardır. Bize göre en üst seviye ise genelde hem parça olarak sayıca fazla olan hem de tek rengin farklı tonlamalarına sahip yapbozlar olsa gerek. Açıkçası bu tip durumlarda daha fazla zorlandığımızı düşünüyoruz. Buradaki rakamları doğru okuyanlar renk körlüğü sıkıntısı çekmemektedirler. Sizler n
Başlıktaki soru sizlere çok klişe gibi gelebilir. "Aman canım bilmediğimiz bir şey değil" diye düşünebilirsiniz. Haklı da olabilirsiniz fakat gerçekte kelimenin anlamının hem yükte hem de pahada ağır olduğunu tüm hücrelerinizle hissederek bir kez daha kendinize sormanızı istiyorum.
Adalet gerçekten nedir?
Haberlerde sıklıkla ülkemizde ve dünyada bu konu ile ilişkili binlerce örnek olay gördük ve yaşadık. Yaşamaya da devam ediyoruz.
Peki adalet konusunda bu işin neresindeyiz?
Adalet dediğimiz şey gördüklerimiz, duyduklarımızdan mı ibarettir?
Bir olaya şahit olduğunuzda meseleyi nasıl ele almaktasınız?
Yargıç, Hakim siz olsanız ne yaparsınız?
Verilen tüm kararlar size göre adil midir? Adil ise hangi kriterlere göre?
Sanık yerine empati kurarak meseleye bu şekilde bakabilir misiniz?
İşte okurlar bu konuda binlerce soru üretmek mümkün. Ben adalet meselesini hukuk adamı olmadığımdan sadece beşeri bir münasebet ile farklı bir pencereden sizlere sunmaya çalışacağım. Anlatacaklarım ise yaşanmışlığın tecrübesinden kaynaklanacaktır.
Bir gün derste, öğrencilerim kendilerine yapılan bir haksızlıktan şikayet etmeye başladıklarında onlara da yukarıda yönelttiğim aynı soruları sormuştum.
Çünkü daha önce bahsettiğim bir blog yazısında Sokratik düşünce yapısına göre konunun aydınlanması için yerinde ve etkili sorular sormak "altın kuralını" işletmiştim. Çoğu zaman etkili bir soru sormak, bir insanın en iyi cevabını oluşturabilmektedir. Hani sınavlar için "cevap, sorunun içinde gizli" derler ya işte o hesap...
Sorduğum soruları yanıtlayan her bir öğrencim, kendi yanıtının doğruluğuna o kadar kendini kaptırmıştı ki, adalet konusunda bilgi düzeylerinin bu kadar düşük olacağını hiç tahmin etmemiştim.
Karşılaştığım manzara ise şöyleydi: "herkes hakim, herkes savcı ama nedense hiç kimse avukat değil!" meseleyi farklı bir boyuttan ele almıyor. "Adalet mülkün temeli" olmaktan çıkmış, maliklik(sahiplik) kişilerin eline geçmiş duygusu hakim. Yargılamak, hüküm kurmak basit, "söz savunmanın" diyen ise hiç yok. Kısacası adalet sadece ağızlarda, boğazdan aşağıya hiç inmemiş, sindirilmemiş, vücuda kazandırılamamış şekilde.
En büyük eksiklik ise şuydu: "herkes meseleyi kendi penceresinden bakmakta" dolayısıyla hisler karışmakta, duygusal cevaplar çıkmaktaydı. İşte korkutucu olan buydu.
Tüm cevapları tek tek analiz etsek her biri belki çağlar öncesindeki zaman dilimlerinde karşılığı doğru olabilirdi belki ama bu dönem için söz konusu bile edilemezdi. Neden mi?
Bilgi kirliliği, propaganda, toplum mühendisliği, otorite, cehalet ne derseniz deyin bu konuda bir çok neden sayılabilir. En yanlış konu medya vasıtasıyla bize en doğru şekilde gösterilebiliyor da ondan.
Tartışmaya milletçe yaşadığımız bir örnek üzerinden devam ettim. Hatırlar mısınız bilmem: dedesi tarafından tacize uğradığını söyleyen lise öğrencisi genç bir kızın şikayeti üzerine;
Polis dedeyi evinden mahallenin tekme, tokatları altında (klasik Türk tipi linç, galeyana gelme, gaza gelme durumu) karakola götürür. Dede ağlamaklı perişandır. Kafasında beyaz dantelli takkesi, dini-bütün bir görünüm vardır fakat kendini savunmaktan aciz durumdadır. Sadece ağlayarak "iftira" demektedir.
Zaten dini-bütün görünüm ile taciz meselesi yan yana gelince çifte kaymaklı sonuç bekleyenler ülkemde pusudadır,
Basın "savcı" olmuş adamı günlerce suçlamış, kamuoyunda dedeyi suçlu ilan etmiştir,
Halkın galeyana getirilmesi ile hükmün ilk icrası çoktan halledilmiştir,
Kamuoyu baskısı yüzünden siyasiler konunun bizzat içinde yer almakta ve her gün reklam kokan hareketler yapmaktadır. Yok "yasalar ağırlaştırılacak" yok "idam gelmeli", yok "hadım etmeli" vs. her zaman ki geri kalmış ülke hareketleri.
Adamcağızı dinleyecek mahkeme üyeleri ise kalemini kırmaya mecburiyetten hazır, yoksa Maazallah durup dururken şimdi bir adamı kurtaracağız diye tayin, sürgün neme lazım, ver kararı gitsin tarzındalar...
Dede içeri girse devletin zaten beslemesine de gerek kalmaz zaten "müebbetlik mükemmel ahlak hükümlüleri" tarafından şişleneceği herkesçe malum. Hem ölürse tansiyon da düşer. Ha bir eksik ha bir fazla.
Kısacası umut ışığı dede için neredeyse hiç yok. Belki de dedenin sadece hiç kimse inanmasa da kendi "masumiyetine olan inancı ve Allah'a olan güveni ile vicdanlara olan rica ve havalesi" var. Başka da zaten bir şey yok.
Şimdi kendinizi dedenin yerine bir an için koyun ve hissedin yaşadıklarını? Haklı olduğunuzu bildiğiniz halde tüm dünyanın karşınızda olduğunu ve yapayalnız kaldığınızı hissedin. Size göre çoğunluğun fikri mi, yoksa dedenin masuniyet karinesi mi önemli?
"Ateş olmayan yerden duman çıkmaz, suçlu olmasa girmezdi, zaten ne geliyorsa bu başımıza hep dindar ve dindar görünenlerden geliyor vb." hatırladınız mı bu cümleleri. Tanıdık geldi mi sizlere de?
Gelmese ne olur ki, ne değişir hayatınızda? umurunuz da mı tüm bu olaylar? Peki ya sizin başınıza buna benzer adli bir olay gelse ömrünüzde hiç bilmediğiniz ve görmediğiniz polis, savcı, hakim, mahkeme süreçlerini siz yaşasanız ne olur?
Allah korusun. Dedeyi hatırlayın ve sizin başınıza gelmediğine binlerce kez şükredin.
Olayın sonu nasıl mı bitti? anlatayım, dede polis sorgusunda iken torunu vicdana geldi ve "dedemden cep telefonu istedim, emekli maaşıyla alamayacağını söyleyince çılgına döndüm. İftira attım. Korkup belki alır dedim, olaylar buraya kadar geldi". NOKTA
Bu olayı en ince ayrıntısına kadar anlattıktan sonra heyecan ve merakla bakan öğrencilerime tekrardan adalet kelimesini yineleyerek "Mevlana adalet konusunda ne söyler bilmek ister misiniz?" dedim.
"Adalet, ağaçlara su vermektir. Adaletsizlik nedir? Dikene su vermektir. Adalet, bir
nimeti yerine koymaktır. Her su emen kökü sulamak değildir. Yani hakkı hak
sahibine vermektir. Bir şeyi layık olmayana vermek ise adaletsizliktir.
Adaletsizlik nedir? Bir şeyi konmaması gereken yere koymak. Bu hal de sadece
belaya kaynak olur."
Kısacası adalet her çiçeğe eşit su vermek demek değildir; adalet her çiçeğe ihtiyacı kadar su verebilmektir.
İşte Blog Okurları, bu anlatımın üzerinden yıllar geçse de yaşadığımız o günü ve olayları bana hatırlatan bir öğrencimin "Mevlana'ya ait bu sözü o gün defterime bu konuşmanız sayesinde not etmiştim" hatırlatması üzerine bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissettim.
Din siyasete edilirse alet, orada yoktur ne mutluluk ne de adalet
YanıtlaSilhttp://erhantigli.blogspot.co.at/
Bu da apayrı bir tartışma konusu...çok haklısınız.
SilHarika bir yazı paylaşımı olmuş efendim keyifle okudum klişe de değilmiş gerçekten okunası bu yazıyı bizimle paylaştığınız için teşekkür ederim.
YanıtlaSilTeşekkür ederim özgün yazılar yazmaya gayret ediyorum.
Sil